25 Yıllık Büyük Sır ve Kadife Sandalye


Köşedeki çöp kutusunun kenarına bırakılmış bir sandalye...

Ahşap ayakları kabuk kabuk soyuluyor, epeyce yıpranmış. Kadife, bordo döşemesi (ki bu kumaş bana hep üç yıldızlı eski otellerin ve babaannemlerin Adana Stadyum Caddesinde bulunan evlerinin perdelerini anımsatır) eprimiş biraz ve yer yer ayrılıyor iskeletinden.

Çantamda tutkal olsaydı keşke diyorum bir an. Güzel kokulu bir vernik ve beyaz mobilya tutkalı.
Çocukken babamın tamir ettiği iskandinav mobilya takımını anımsıyorum. İşkence isimli aletlerle tutturulmuştu ahşap iskeletleri günlerce salonun ortasında. Sırf oyun olsun diye, koltuklardan birinin işkence ile tutturulduğu yeri, nasıl becerdiysem, gevşetmiştim. Bir anda mengene kalıvermişti elimde. Telaşla (işlediği cinayete intihar süsü vermek isteyen bir katil edâsında) tamir ediliyor görüntüsüne kazandırdım ama en nihayetinde sonuç pek de istediğim gibi olmamıştı. İşkenceler koltuklardan ayrılınca; oynadığım koltuk dışında tüm koltuklar sapasağlam olmuştu. Babam, "niyeyse bu koltuk tutkal tutmadı" deyip tekrar işkence aleti ile sıkıştırmıştı ahşap ve kibar ayaklarını. Daha iyi bir sonuç bekliyordu, ve ben tekrar dokunmamaya yeminli olduğumdan, emindim sonucun çok daha iyi olacağından.
Bak hiç tanımadığım kadife bir sandalye yüzünden 25 yıllık sırrım da ifşa oldu.

Şimdi yanımda eksikliğini hissediyorum tuhaf isimli ve görünüşüne nazaran çok daha nazik olan bu aletlerin.

Neyse, sandalyeye yazık oldu.

sükût



Kimsesiz şairler var bir yerlerde, 
biliyorum. 
Uyuyor, uyanıyor 
mısralarını duyuyorum.

Istanbul nerede?



Şimdi hava nasıldır Burgazada'da?
Özür dilerim, bilmiyorum.

Bir ayağım yabancı kaldı koltukta,
Yüzyıl hayâlini kurduğum şu koltuğun yabancısıyım.
Fişiyle, faturasıyla aldım hâlbuki bu koltuğu ben,
Olmadı, yabancısı kaldım.

Sahi hava nasıldır yahu Burgazada'da?
Boş mudur sahilde banklar?
Özür dilerim, bilemiyorum..

İstediğim çok da şey yoktu aslına bakarsan..
Aslına bakarsan, bi' küçük Istanbul vardı vazoda
Her gün değiştirdim suyunu
İnanmazsın bak! Her gün..
Sarardı yine de.
Güneş çok geldi sanıyorum,
çok geldi balkon..

Burgazada'da yoksa...?
Neyse, üzgünüm. Bilemiyorum...

Üsküdar'da bir bank


Söylenecek çok bir şey yok aslında..
Saat gece yarısını biraz geçmiş,
Ben son otobüslerle denize kaçmışım.
Üsküdar'da bir bankın keyfini, fena hâlde kaçırmışım.
Ağustos ortasındayız ve ceketle üşüyorum üstelik.
İçerisinde hiçbir şey olmayan çantamı, çalınır endişesiyle koluma geçiriyorum.
Kulağımda eski bir filmin müziği,
Cebimde yirmi beş lira,
Boğaz'ı satın alıyorum.

demem o ki


demem o ki;
olmadı.
elimi uzatsam dokunabilirdim belki şehre.
avucum yandı, olmadı.
parmaklarım bir takım duvarlara takıldı,
bi' ihtimâl Haydarpaşa'ya tutundum,
bi ihtimâl Kuzguncuk'ta bir kahveye..
tırnaklarımı unuttum,
olmadı.

Sesler çevreledi perdemi,
kadife bir iplik bahçeye aktı.
demir dalgalar çarptı yüzüme,
bak, az öteden Üsküdar geçiyordu,
olmadı.

Gece karanlığında hayalet gemilere yüklendim,
kayıp düştüm Haliç'e
bir kadırga avuttu beni
ışıklara dolandım,
olmadı.

Kalkıp silkeledim güneşi üzerimden,
Karaköy'de sema ettim gökyüzünü
bir selam vereyim sana, şuracıktasın baktım; Kadıköy'de.
olmadı.

Uyluk kemiğimi, omurgamı kaybettim bir bir.
on bin yıllık bir çınara asılı kaldım.
alıp kestiniz beni.
betona karıştı yüzüm.,
boyalı ayaklarınız var üzerimde
kalkayım dedim.. bak inanmazsınız çok kalktım ben. belki milyon.
kalkayım dedim şu duvar dibinde,
bi' ılık çay içeyim.
unutayım gövdemi,
serileyim, serpileyim bütün.
olmadı..!

Yâhu


    Biliyorum yâhu, sana da çok yük oldum Istanbul.
Kaldı ki bir naylon poşetim var sadece. Üzerine bir de benim cüssem. Belki 75 kilo. Bir de kendi ağırlığım var tabî. Onu ölçmekte zorlanıyorum biraz.
    Biliyorum yâhu, çok yük oldum sana Istanbul.
Benim "caanım" Istanbul. Tam 29 yıl hasret çektim sana. Evimin duvarlarına, gözümün ferine martılar kondu. Kılcal damarlarımdan incecik vapurlar yol aldı. Belli belirsiz semtler, güzel isimli sokaklarla doldu içim. Süleymaniye oldum, hatta Galata belki.
    Lâkin farkındayım, sana çok yük oldum Istanbul.
Deniz taşıyamadı meselâ hüznümü. Açıklarında batarken gördüm bugün. Filiklara takıldı o an gözlerim. Ellerimi taşıyamıyordu. Yokuşlardan düştüm, iskeleleri kaçırdım...
   Ama anlıyorum, üzdüm seni Istanbul..
Bunca efkârın arasında, kıyametimle geldim ben sana. Bekledim... Asırlarca bekledim de en yorgun kemiklerimle geldim sana. Caddelerin boyunca ayaklarımı bıraktım. Saçlarım döküldü bütün. Omuzlarımı düşürdüm silüetine.
   Tamam söyleme.
   Sakla beni Istanbul.
   Affeyle..

(28.02.16' Büyükada Belediye Gazinosu)

ince


ince bir çizgi var yüzümde,
diğer her şeyden uzun,
diğer her şeyden gri,
diğer her şeyden çok kırılmış.
avuçlarımda saklıyorum kederleri
açmadım, açamam.
yollara akıyor gözlerim,
saklıyorum.
içimde koca bir yük. demir, ağır, nefessiz..
seslere karışayım diyorum, betonarme binalara.
bir köşede durmuşum, tümsek bir toprak parçası.
dönüp bakamıyorum ellerime,
gelip geçen yüzlere bakıyorum.
selamlar var dilimde.
sabahlar var.
koynumda geceler, koynumda rüzgâr, koynumda çekingen kirpikler.
uyumadım bak ben,
sanmıyorum, uyuyamam.
vazgeçtim diyemem belki, boş verdim,
neyse, sen de boşver.

ah ulan!


Dağılsam şimdi.

Evet, tam da gereken bu!

Duvarlara çarpsam.
Paramparça olsam.
Kolumu kaldırmaya mecalim olmasa..
Yapışsam asfalta.
Dökülsem yağmura,
Mazgallara aksam.
Haliçten çıksam mesela.
Gözümü güneşe açsam.
Ayılsam ulan!
Ayılsam.

Ya da boşver yahu lafügüzafı;
oturup bekleyeyim yine ben.

Belki bir bok değişir.
Bok değişir!

soba


Yanımdasın. Sağ koluma değiyor kolların. Göğsün yükselip alçalıyor göğüs kafesinde. Mimiklerin değişiyor bazen. Huzurlu bir rüya dolaşıyor ellerinde; sağ kolumda hissediyorum.
Oturmuş burada zaman makinasından çıkmış bir piyano sesi dinliyorum. Tek söz etmeden, ve çok da sokulmadan uzanıyorsun yanıma. Sağ kolum yeterli şu an sanıyorum. İlişmiyorum boynuna. Düzenli nefesin hoşnut ediyor beni. Fark ediyorum birden, sevdiklerinin nefesini dinliyor insan. Neyden emin olmak istiyor bilmiyorum.
Müziğin hafif ritmine uyum sağlıyor göğsün. Gri bir ritim var hareketlerinde. 90'lardan kalma bir TV programı müziği bu çalan. İnsanın içine işliyor. Sağ koluma işliyorsun sen de. Oturmuş burada; nefesinle karışık Asuman'ı, Laz Bakkal'ı dinliyorum. Piyanonun her tuşunda ayrı bir gün gizli.
Şöyle alelâde bir akşam; kardeşim çok küçük henüz. Annem salatalık soyuyor kanepede. İnce uzun iki parçaya bölüyor soyulan salatalıkları. İç kısımlarına hafif tuz atıp birbirine sürtüyor. Bir parçasını babama uzatıyor, diğerini bana.
Zemin kat bir evin küçücük oturma odasında, talaş dolu soba yanıyor. Kışları sert geçen bir şehir değil burası. Zaman, sobada eriyor. 55 ekran Toshiba renkli televizyon, boyalı eski kitaplığın üzerinde açık duruyor. Annemin kucağında salatalık dolu plastik bir kap. Tiyatro izler gibi izliyoruz karşımızda hikâyelenen mahalleyi. Laz Bakkal yaşıyor. Ki hâlâ yaşıyor.
Bi' mutluluk peydah oluyor sobada takılı telin üzerinde. Eve yayılıyor.

Sağ kolumda bir kıpırtı.
Uyanıyorsun.

yel değirmeni


eski bir ezgi bu. nereden geldi şimdi aklıma?

tutsana ayaklarımdan.

gitmek zorunda bıraktı beni,
daha dün söyleyemediklerim

yıprandı saksıdaki cümle çiçekler
ve pırıltısı gökyüzünün.

bak orada bir yel değirmeni. sanki...
gel beraber duralım karşısında.
biliyorum, umurunda değil bütün bunlar.

bekle biraz, çok acıktım.
şurada bir simit, denk gelirse bir de çay.
çok da bekletemem trenleri,
rayları küserler bana.

gömleklerimle ayakkabılarımı ayrı yerlere koy,
kalbimin hizasına hiç gelmez benim ayaklarım.
gitmek istediği yerlere gidemez.

neyse. çıkalım hadi;
çok,
çok geç oldu.

şuracık

İki elim var
ikisi de masada.

bir şey vardı şurada
hemen şuracıkta.
kaybolmuş, bulamıyorum.

üzerimde gri bir ceket

kalkıp baksam diyorum.
kalkıp baksam.
kalkıp.

ikinci el


parçalanmış beton yığınları var sokakta
aldırış etmeden üzerilerine basıyorum
ayaklarımın altında huzur bozan çıtırtılar
ben buradan gitmek istiyorum.
nereden baksan, gözlerimi açtığım günden beri
gidemiyorum ben.
bıraksana beni.
ne olur bıraksana.
ağlaya zırlaya gitmek istiyorum.
dur!
yeni bir kimliğe ihtiyacım var.
hatta adını da bıraksana giderken.
yeni bir ad istemiyorum,
ikinci el alabilirim ancak.
ikinci el bi' parmak izi bir de,
bir de yara izi.
sahibinden çok acıtan yaralarım var benim.
örtülerin, gölgelerin, kumaşların içinde saklıyorum.
bir yol yok işte, yok!
gidemiyorum..

düğme


Çaydanlık taşıyor, altını kısmalıyım
bir aralık da balkona çıkayım,
sigaranın dumanı perdeleri sarartıyor.
ömrüm de sararıyordu aslında benim,
perdeler kadar umursamadım..

kahkahalar geliyor sokaktan
alelacele bir koşuşturma,
nefes nefese adım sesleri
kısık sesli ağlamaklılıklar.
ben de, kapalı tutardım gömleğimin düğmelerini mesela,
içim ağlarken görünmesin diye kimselere.

Balkonda saksılarım boy boy süs biberleri.
Kopartmıyorum,
Tohum olsunlar istiyorum,
Bir hayat şansı daha veriyorum her birine.
Beni bu balkonda kimse görmesin istiyorum.
Hatta lütfen özlemesinler bile..

Sırtımı kamburlaştıran yükler var,
Eğri büğrü çizgili gömleğim,
Üst düğmesi ilikli.
Boğazımda düğümlenenleri kimse görmesin istiyorum.
Beni görmeyin istiyorum.

Bak çok güzel bir karanlık var burada,
Bu köşebaşı, bu saksıların yanı çok güzel. Biliyorum.
Sallanan çantaları görüyorum aşağıda,
Merdiven boşluğunda sekiz yavrulu bir kedi.
Bir tas süt iliştiriyorum yanlarına,
Güvenmiyorlar bana.
Ellerime, gözlerime güvenmiyorlar.
Görünmek istemiyorlar
benim gibi
ilikleyecek düğmeleri yok.
Anlatamıyorlar.

Örgülü dağınık saçlar,
Rengârenk reklam afişleri,
İnce topuklular,
Kalın enseliler,
Buruk yürekliler...
Ta doğduğu gün bir hüzne seslenenler de var sonra burada. Biliyorum.
İliklesene anne gömleğimi,
Üşümek istemiyorum.
Görünmek...

kağıt


incecik, kağıttan bir hayat
bak orada,
yatağının ayak ucunda.
buruşturulup atılmaya hazırlanan yüzlerce kağıdın arasında.
Fark edilmeyecek kadar küçük harflerle yazılmış üzerine adım.
Anlayamadığın bir dilde.

Hiç olmazsa bi' gemi yapsaydın.
Hiçbir dalgaya dayanamayacak,
ve hiçbir rüzgâra karşı koyamayacak...
İlk suya değdiği yerde batacak belki,
belki hiç gitmeyecek,
belki "hiç gelmeyecek"...

orada, yatağının kenarında bir gemi.
yosunlardan korkuyor,
tuzdan, lodostan korkuyor.
kaybetmiş belki rengini,
"ismail abi'yi" arıyor.

içimden vapurlar kalkıyor iskelelerine..

Dizlerime saçların düşecek sanıyordum.
Veda gibi bir şey bıraktın ellerime.
Kelimelerini aldım sonra, koynumda binlerce kelime.
Boşluğa bakıp durdum geceleri, üşüdüğünü hayal ettim.
Üşüyüp sokulduğunu, burnunun ucu buz gibi değip inceltirdi belki boynumu.
Sesten uzak kaldım, nefesten...


Yaşanmamış yıllar var ellerimde.
Takvim yaprakları kendiliğinden düştü inan! Ben değmedim hiçbir gününe.

Yansımayı unutmuş aynalar.
Sır gibi kapanmış perdeler.
Kır saçlar, çizgili eller..

Sitem edeyim diyorum.
Bir ah! çekeyim.
Şöyle derin, yürekten.
ah edemiyorum ben sana
kızgınlığım hep kendime.
Zaten boşver, hiç efkâr biter mi bende!


Bir şehri arıyor gözlerim, uzak..
Koca bi'kalabalık... deniz var hani göğsünde,
İçimden vapurlar kalkıyor iskelelerine..

Yahu.
Yahu..
Yahu...

Yalnız kalmak için doğar mı insan?

gece bitti


gölgelerin arasındaydın,
şuracıkta.
bazı kederler kaplamıştı yüreğini,
gömleğini çıkarttın,
hafiflemekti niyetin belki.

pencereyi açtın,
rüzgâr, alelacele göğsünden içeri girip parmak uçlarına kadar uzandı.
bir ses duydun rüzgârın içinde,
incecik bir ses.
gözlerin yaşardı.

yanıp sönen ışıklar gördün uzaklarda,
kim bilir kimler sevişiyor bu evlerin odalarında diye düşündün.

rüzgârla birbirine karışıyordu tüm organların.
uçmak istiyordun, düpedüz uçmak...
hiçbir yola çıkmadan,
ve çıkmadan ışığa,
methiyelerle okşamak karanlığı,
yükseklerden göz ucuyla yer(yüzünün) cümle piçliklerine bakmak.

alâkasız gülmek. dalga geçmek hatta.

dokunmasın kimse sana istiyordun.
kendi elin omzunda.
gölgeler düşüverdi sonra birden pencereden,
saçma bir aydınlıkla irkildin.
rüzgâr gitti, sesler azaldı,
gece bitti.

Üç beş sarı ışık


Biraz kağıttın belki sen,
Öyle sanıyorum ki kalem.
Rüzgârlı bir günde çıkardım mavi çantamdan
ne yazacağımı hiç bilmeden.
Üşüyen çocuklar geçiyordu arkamdan
ceketinin yakasını kaldıran iş çıkışı adamları, kadınları.
Köşebaşında dolanıp duran genç irisi bir çocuk var şu an mesela.
Bir kızı bekliyor, anlıyorum.
Sadece pencereye çıkmasını. Yarı ışık lambada yüzünü görmek, Bir dalın arkasına saklanıp bakmak için.
Utangaç gözleri var.
Ki bu yüzden, mahallenin en piç oğlanı öpecek beklediği kızı.

Top oynamaya çıktı sokağın çocukları.
Adım sıralıyorlar takımlarına adam almak için.
Top kiminse, horozlanan da o.
Derken çığırtkan bir ses:
- "Kemal içeri gel yemek hazır!!!"
- "Anne taam yaa.."
- "Gel çabuk beni bağırtma..!"
Sonra çoğalır benzer sesler balkonlarda.
Yankılı kalır sokak.
Üç beş sarı ışık kalır.
İki saat geçer, geçmez belki
Mahallenin en işsiz delikanlısı toplar çocukları.
Abuk sabuk bir avluya gece hikâyeleri dolar.
Ki bu hikâyelerdir, geceleri uyutmaz o çocukları.
Mahalle uyur,
Mahalle uyanır.

Yeşil-Sarı Sorular / Rüzgâr

Üşüdüm. Zar zor açıyorum gözlerimi. Bulanık bir manzara var karşımda. Bir kaç yüksek tepe, alabildiğine bozkır önünde. Yeşil, sarı, rüzgâr... İnce ve bakımsız, çift şerit eski bir yol geçiyor önümden. Etrafta ne bir tabela, ne de bir işaret. Tepelerle çevrili yeşil-sarı bir bozkırı bölen bir yol. Orta yerinde ise şu gözlerimi açtığım otobüs durağı. Üzerinde, Dört ince paslı demirin tuttuğu sac bir dam, arkasında yarısı kırık, uzun zaman önce asılmış ve artık okunamayacak kadar aşınmış afişler olan sunta gölgelik. Üstünde uyandığım, içindeki kırık bank kadar, durak kadar eskimişim sanki burada.
Peki nasıl geldim buraya?
Ne zamandır buradayım?
Hangi sabaha karşıdır bu gözlerimi açtığım? Tek hatıram yok mu hatırlayabildiğim? Asırlardır buradayım sanki. Şu afişler gibi, kırık bank gibi, yeşil-sarı bozkır gibi...
Nereye gidiyor bu yol?
Niye kimse geçmiyor?
Birisi getirmiş olmalı buraya beni. "Bekle beni" demiş olmalı. Ama ne zaman? Ne zaman? Hiçbir şey hatırlamıyorum.
Dudaklarım çatlamış. Toprağa dönmüş yüzüm. Şu yol kadar uzamış ellerimdeki çizgiler.
Peki niye kimse gelmiyor? Niye kimse geçmiyor? Neresindeyim dünyanın?
Dünya? Rüzgâr? Yol?
Bi kimlik, bi kitap, bir bişey de mi yok yanımda? Hangi yöne koşmalıyım? Bir sonu var mı şu sonsuz yolun?!
İçimde durmadan sorular soruyor birisi, allak bullak ediyor zaten karmakarışık olan aklımı. Kimin sesi bu? Kim bıraktı beni burada? "Bekle" diyen, gelmeyen, geçmeyen, giden kimdi? Hangi yıldı bıraktığı, ya da hangi yıl uyandırdığı?

Zaman, kendi önemini yitirmiş burada. Terk edilmiş her şey gibi. Karışmış renkler birbirine. Bir rüzgârdır boyun eğmişler. Aşınmış, eskimiş, beklemiş... Yüzyıldır beklemiş bu durak, belli. Ben de durağı beklemiş olmalıyım. Bu kayıp zaman için bu aslında tek tahminim.
Peki durağı buraya getiren kimdi? Kim bir durak diker ki önünden kimsenin geçmeyeceği bir yol üzerine? Hatta yolu niye yapar? Beni getirip bırakmak, "burada bekle beni" demek için mi?
           Peki ya sarı?
                               Ya yeşil?
                                              Ya rüzgâr?
                                                              Afişler kimin?
    Ben kim..?

ses


Bazı adamlar, bazı kadınlar...
Bir başka boyuttan, bambaşka yüzyıllardan sesleniyorsunuz balkonumun önünde.
Çağırmayın beni, çağırmayın beni!

Alelacele!


Enikonu bir telaşa sahipti.
Kombiyi hep açık bıraktığını, sobayı söndürmediğini,
ocakta yemeği unuttuğunu ve inatla dış kapıyı kilitlemediğini düşünürdü. 
Elinde bir pazar çantası, 
her saat başı ayrı bir sokak başında nefes nefese görürdük O’nu. 
O poşet her gün nelerle dolardı, 
bu hızlı ayaklar kaç pabuç eskitti diye düşünürdüm. 
Etekleri salınırdı, yetişmeye çalışırdı ardından gölgesi. 
Dudaklarının kenarları ve tırnak uçları yampiriydi; diş izleriydi, aşikâr. 
Kalp çarpıntısı denince akla gelen ilk insan O’ydu. 
Etekleri zil çalıyor lafını sadece O’na yakıştırırdım. 
Bir koşuşturmaca üstâdı, bir oldubittiaah ah! cambazıydı.

Cenazesi bu kadar yavaş ilerlememeli diye düşündüm sonra, omuzlarda.

                                                                          Şimdi kim bilir ne kızardı!

mevsimden döndüm




bahar uzak kaldı,
iki otobüslük mesafede.
cebimde son bir bilet, hiç para.
önce yürüsem diyorum, dünyanın bir yolu..
ya da binsem diyorum gittiği yere kadar.
sonrasında ne olur?
ya da ne olmaz?
belki yola düşemiyor, düşlüyorum.
kelimelerle dokunamayacağım yolların düşlerinde
dolanıp duruyorum.
aslında hiç kımıldamıyor,
burada öyle duruyorum.

boşlukta tavaf

Sıkıca kavradın o renksiz taşı
Biraz daha sıksan damla damla dökülecekti
yanaklarından dökülür gibi ellerine
durdun
sonra sen:
-Git şimdi
-Ne zaman geleyim?
Avuçlarımın ortasında bir delik var.
Kapanmayan yaralara benzemez bu boşluk...
Boşluk tüm zamanı yavaşça kaplar,
Cismin hacmi ilgilendirmez onu,
Bil ki aşkı bile yutar..
Şimdi sen avuçlarımın orta yerinde bir boşlukla bekle diyorsun bana
Bu boşluk tüm iyi niyeti, merhameti, muhabbeti, vicdanı kaybeder..
Kaybolmak bir semt adı, bir sokak daha ziyade...
Sen hiç kayboldun mu?
Yokluk hissinin insana en yakın olduğu andır o baş dönmesi,
Kıblesini şaşırır insan,
Kıble demişken;
Senin haccın neresi?
Kâben nerede..?

bir şarkı vardı


Ellerinin ardında bir mutluluk gizli,
Ellerini açmak istemiyorsun.
Ben sana üç beş damla gözyaşı vereyim, sen ellerini.
Tebessümün sakin,
Kirpiklerin eski bir hatıra,
Her sözünde bir sitem,
ve aynalar, olmazsa olmaz aynalar..

Hakikat isimli bir oyun var
Tüm oyuncuları yenik.
Ben gerçeği söyledim sana, buydu sanırım istediğin.

Yalnızlık, penceremin perdesi,
Ne zaman açılsa boş sokaklar dizilir gönlüme,
Uzak'tan yakından alakası olmayan güzellemelerle dolu sokaklar, çadırlar,
Gözlerimin önünde...

O şarkıya sığındım ben, hepinizin sığındığı bir şeyler yok mu?
O zaman şarkı kutsal, şarkı ölümsüz.
Tebessümün vardı, evet...
Tebessümün...

lâl

bir çok harfe ihtiyaç duymadığını söylüyorsun.
lâkin kimsenin bilmediği bir dilde.

küçük şehrin büyük meçhulleri


adım adım eksiliyor isimler. kalabalık ayaklar arasında tek başına bir parmak.
ışıkların, asfaltın, tellerin ve duvarların arasında dümdüz bakışlar.
hangi yola çıkmak istese, nefesler kesiyor nefesini.
meltem desen değil, poyraz, lodos... esintilere izin vermeyen bir ıslık sanki.

gitgide, aslında gidegele büyüyen tek kalmışlıklar,
öyle alelâde boş duruşlar.
bekleyişler.
sadeleştirilmiş bir ten, soyutlanmış nemli dokunuşlardan.
gölgeleri kalmış tırnakların.
saklanmak desen değil, ıslanmak, savrulmak,
rüzgar...

altı üstü


üzerinde gökyüzü rengi bir elbise..
biraz daha kal diyorum,
gitme!
"gitmem gerek" diyorsun,
gök(yüzü) üzerimde...

toka


kaset sarmak için kullandığım tel tokayı kaybettim.
tokayı "senden" aldığım için mi üzülsem, artık kaset dinlemediğim için mi bilemedim..?

si bemol


bu yazının hiçbir amacı yoktur,
masamın üzerinde ve çok yakınımda duran bir kalemin,
bu kağıt parçasına dokunma çabası dışında

günlerden rüzgar ya da bulut olmalı bugün,
aylardan si bemol.

Üst üste duran kitap yığınından aklımda kalan tek kelime "ses".
bir sokak ismi olmalı bu.
bulvara çıkan bir cadde;
evlerinin arasındaki asılı ipte çamaşırları olan,
sütyen çoğunlukla, biraz da yoksulluk.
ucuz edebiyat olsa gerek bu,
beyaz çarşaf kıvamındaki...
ki kıvam kelimesi burada,
tamamen ahenk kaygısından.

takılıp kaldım yine kelimelere, belirteçlere
yok mu şöyle, tüm sayfaları içeren tek bir kelime?
uzun diyaloglardan bizi kurtaracak bir "durum zarfı, sıfatı, ilgeç'i, bağlaç'ı, çözgeç'i.." yok mu ?
"selam" gibi bir söz olsa misal,
iki kişi olmadık bir yerde karşılaştığında, başlarını eğerek bu kelimeyi söylese,
öyle bir aydınlanma gerçekleşse ki;
tüm diyalogların üzerinde bir anlaşmaya varılsa.
bir nevi huzur bulma,
ruhun alkışı,
imge zenginliği vuku bulsa.
çözülmese de olur, sıkıntı değil;
Birileri Huzur Bulsa..!

düğüm ve veda


mavi perdelerin ardında gör(düğüm) düş,
ufak tefek tutunma çabaları,
ve yorgun gülümsemelerin gölgesinde gözlerime düşmeyen gözlerin.

"İstanbul için veda vakti..."

kafiye olsun diye...

çok ıslak bir tenin kadife kafiye ellerimin altından kayıp gitmesi gibi zaman.
yalan bi' mutluluk veriyor bir an.
mutsuzluk orgazmı öncesi
sevinç mastürbasyonu.

bir yanlışın bir doğruyu sildiği

saman kağıtlar üzerine mürekkep,
adının üzerine yemin olsun ki söyledim o şarkıyı!
en engin tepelerden gök(yüzüne) bakarak
ve kısarak sesimi kuşlara karşı,
betonarme blokların altında ezilerek seslendim (yüzüne).

arada kalanlar ve arkada kalanlar için,
elinde kalem, bekleyip bulamayanlar,
küfredenler (dün)yaya,
saklananlar, saklanamayanlar,
sağır dinleyiciler ve kör seyirciler için,
aranıp duran huzur için,
tanınmayan mutluluk ve tadılamayan özgürlük için,
senin için,
benim için...

dinledim o şarkıyı,

bil;
söyledim...

nihavend

o son yudum şarabı içsem kızıl dudaklarından,
gözlerin nihavend söyler,
saçların hüzzam...

tekrar - öyle ya!

karşı tepede,
boş elleriyle, olmayan ağını çeken yalnız balıkçı benim!
bir çuval misinaya bağlı gövdem.
Yosunlarla, Balıklarla değil;
hayallerimle oynuyorum gizli saklambaçlarımı.

bir çift söze takılır tüm oltalarım.
Çok Yalnızım demek ne kadar "ergen" kalsa da rüzgarımın ayaklarının altında;
"Çok Yalnızım..."

hani bir defasında "aslolan niyetir!" demiştin ya 'sen';
ben en çok orada takılı kaldım.
karanlık niyetlerin sahiplerine savurdum, sahip olduğum bütün ışıkları.

kör ışığına çarpıldım tüm mumların,
her ışık vurduğunda yüzüme, niyetine âşık oldum, "Aydınlıktı..!"

yanıbaşımda duran tepelerin arasından akşam güneşinin pamuk helvası şefkati düşüyor dingin sulara,
atıyorum olmayan oltalarımı,
ışığı yakalamaya...

sonra;
tam gül-mek isterken işte,
ben seni diyorum, öyle ya!
seni..!
en yalnız cümlemi hediye etmişken eteklerine
bir kaç tepe uzağıma bakındığını görmedim hiç, (gözüme kaçan ışıktan...)
yüzün bana dönüktü hep, niyetini sevdim!
üzerimde bildiğim gözlerinin, arkamda gül-üşen kalabalığa değdiğini hiç görmedim...
ışığa niyet ettim, (yansımanı sevdim!)
gölgende yıkandığımı fark edemedim...

şimdi;
üstünkörü bir yanılsama yaratsın, "acıyın lan bana", sevin beni derdinde değilim!
cümlemin, hatta (cümle)nin anlamını yeni anladığım için söylüyorum sessiz çığlıklarla.
ışıkla doldurduğum ağımı,
bomboş durup baktığım tepenin üzerinden armağan ederken geri,
akıp duran köpüklü rüzgara ve sarhoş denize...
hatırlıyorum ilk kez kelimelerimi;

"Çok Yalnızım..."

vesaire

iki cümlelik param var cebimde,
ne uçurtma yapmaya yetiyor,
ne de bir çift göz.
sessiz dertler biriktiriyorum ellerimde,
saman kağıtlara yazılı hikayeler..
sonra az kalsın unutuyorum seni,
mavi barakaların eksik ayağının altında.
ayak bileklerini okşuyorum,
saçlarını tarıyorum gizlice.
bir şekilde çok özlüyorum gitmeni.
nefesinin kulağıma sokulduğu
ıslak gecelerden düşüyorum.
üşüyorum aslında biraz,
evet üşüyorum!
kırmızıya çok yakın bir pembelikte
öpüyorum elmacık kemiklerini son kez.
son kez iki şarkıyı birleştirip,
gölgene söylüyorum...
kendim bile duymuyorum uydurma harflerimi,
başımın etini yiyorum.
martılar kaçışıyor gövdemden,
"bir ben daha çıkmıyor benden içerde"
kuşlar... şarkılar...
vesaire..

ikinci el bir renk

bir hayat var ulu orta bir yerde,
şöyle sessiz,
şöyle yeşil,
şöyle mavi,
eflatun bir hayat.
o kadar yakın ki,
uzanmakla bitmiyor parmaklarım.

köşede bir divan,
ağacı da ağaç hani,
öyle reçine, öyle çam.
ezberlesek kokusunu,
ki ezberler kolay bozulmaz bu şehirlerde.

yutkunsak bir güzel.
sinse içimize.

doğduğuna pişman eder insanı bazı akşamlar bu öğrenilmeyen yaşamlar.
her gün söyledik aslında böyle olmayacağını yıldız'a-ay'a.
çöker de çöker efkârı içimize boşlukların.
saat saat kavurur bu uzun yollar, yeni- eski yılları.

halbuki bir hayat vardı ulu orta bir yerde,
şöyle yeşil,
şöyle mavi,
eflatun bir hayat...
şimdi nerede, ne oldu o'na?

hiç olmazsa bugün...

küçük ahşap pencereli bir odaya dışarıdan kilitlensek..
durmadan,
yazsak çizsek, yazsak çizsek...
siyah beyaz fotoğraflara sarılıp uyusak,
renkli rüyalar görsek..
hiç ölmesek,
hiç olmasak..
çok yaşlansak,
hep gençleşsek,
bugün ölmesek...

Solfej

kalbindeki
"o"
son nota düşer de
gözlerindeki
sol anahtarına çarparsa
bu
şarkı
neresinden
incinir?

mühim değil

korktuğum bir bulut var gözlerinin üstünde,
dermanım yok artık sevdanın en üst katından toprağa düşmeye
yerler soğuk,
mühim değil artık sokak çocukları,
martılar mühim değil,
(biliyorsun sokak çocuklarıdır ki.. denizler bitti...)
nedir bu karanlığın sebebi?
bu telaş,
bu mahkumiyet neden..?
susuş olmasın artık gözlerin...

gözlerin, neden...?!?

biraz yağmur yağsın sıkıldım güneşten!

biraz yağmur yağsın, sıkıldım güneşten
gül desenli dikiş kutuları açılsın,
açılsın müzik kutuları, anlamını yitirsin anılar.
sesler acayip bir gürültü olana kadar sürsün sessizlik.
cümleler kaybolsun,
kapanmasın yaralar,
azalsın kadınım olduğun geceler,
saniyeler eteklerimden dökülsün mazgallara.
umut sözlüklere gömülsün,
amacından sapsın gölgeler.

teselli dediğiniz pembe bir kuş tüyü
hiç değmedi benim yüreğime...!

biraz yağmur yağsın sıkıldım güneşten!

köşebaşı


köşebaşında bir büfe,
2 bira, 1 koku giderici naneli sakız alıyorum.
Aslında herkes bilir naneden nefret ediyorum.
Ne zaman sakız olsa ceplerimde, bilen bilmeyen bilirv Kaç promil kan verdiğimi şişelere...

Köşebaşında bir park,
Her gece aynı sarhoşluğa ev sahipliğinden olsa gerek;
durdukları yerde sallanıyor salıncaklar.
Hafif ışıkla aydınlanan kayacağın iki yanında toz,
Orta şerit temiz kalıyor (sağ ve sol şeridin ayırıcısı olarak),
Gündüzün mirası olsa gerek bu ayrıcalık...

Köşebaşında bir kasap,
Kapıya nazır kediler ve kasabın elinde satır.
Yani pek manzum bir satır olmasa da,
ahşap sapında baba yadigârı işlemeler saklı.
Kediler, kasap ve satır,
Hepsi bir karede, aynı sahnenin önünde...

Köşebaşında bir taksi,
Arka camlarındaki filmden mi, asfalta uzanan çamurluklarından mı bilinmez,
olur olmadık bir tesbihi getiriyor akla.
Plastik, vites kolu tutucusu ya da ayna şıkırdatıcısı olarak belki...

Köşebaşında bir dönerci,
Tüm müşterileri yüksek sesle konuşan,
En büyük meseleninse döner yanında bedava gelen iki içecekten hangisi içilmeli şeklinde bir içses trafiğine sahip olan. (ayran mı, şalgam mı?)
Ezan okunurken müziğin sesinin kapatıldığı hani,
Dönerci...

Köşebaşında bir kasetçi,
Tezgahın olmadık yerlerinde asılı
bilinmedik şarkıcıların,
o tezgah gezinmedikçe bilinmeyen afişleri.
Fonda mutlak bir Ferdi Tayfur,
İbrahim Tatlıses ya da Müslüm Gürses
serzenişi...

Köşebaşında bir durak,
Gelen-Geçen otobüslerden savrulan bakışlar kör etmekte bekleyicileri,
Bir an gelir aşık olunur, Sonra derken sarhoş olunur,
Kızılır, küfredilir çoğunlukla,
Susulur, Konuşulur...
Herşeye müsait, reklamsız ve bol el ilanı sahibesi bir camekan olsa gerek...

köşebaşında bir çocuk,
Yalandan, Yok haşa..!
Yalan sayılmaz,dümenden ders çalışıyor, oturmuş yere.
Yazıyor, çiziyor...
Defterin önünde bir mendil,
üzerinde irili ufaklı bozukluklar.
Fazla mesaiye kalmış olmalı ki;
İşe ev getiriyor...

Köşebaşında bir şemsiyeci,
Kaldırımın en güzel raflarına yerleştirdiği kırmızılı beyazlı şemsiyelerinin hiçbirini açmıyor hiçbiryağmurda.
Sermayeyi rahmete yüklemek
ya da
Damlalarla kaldırıma yüklenmek istemediğinden,
muhtemelen...

Köşebaşında bir Müzeyyen,
İri bukleler yaldızlı saçlarında,
Eflatuna çalar gözleri,
Eteklerinde yavru bir ceylan...
Hiç kol saati taşımadığından belki
zamanlı zamansız çıkar karşımıza.
Renklenir o anda renkleri hep merak edilen siyah-beyaz bir fotoğraf.
Bakışlarına hayran olan basmadan güller canlanır.
Öyle bir an gelir ki,
Köşebaşının baş köşesine kurulur saltanatı,
Gönüllerimizden kopardığı papatyalardan da bir taç yaparak kendine,
Tahtından gözlerimize bakar,
Aralık bırakır efkârın kapısını
Anlam kazandırır her nefesinde isimlerimize,
Müzeyyen.

violett

19 ocak'ta ne olmuştu? ne olmuştu 19 ocak'ta?
hatırlaması güç olmalı, yok mu bir hatırlatan?
yoksa unuttunuz mu ayakkabıların sahibini?
unuttunuz mu gazete kağıtlarını?
19 ocak'ta ne olmuştu?
ne olmuştu 19 ocak'ta?

Ani

bir bahçesi olmalı insanın
koyverip gidebileceği çimenlikler
her mateminin üzerine gri-yeşil bir örtüsü.
dert etmemek öyle eksik baharatları
gittiği yer baharattan da kaçmak olmalı biraz,
Gri-Yeşil

hazır-küçük çantalar bulundurmalı koridorda.
birinde 2 pantol bir ceket,
diğerinde şarkılar hazır bulunmalı,


Sen, Ey Ulu Düzen!
kahredersin sevdiğim yanlarımı..!

öyle değil


kullanmak eşref-i mahlukat'ı;
derby marka kullan-at traş bıçağı tadında mı olmalı,
yoksa benzemeli mi tek kullanımlık fotoğraf makinelerine?
-olmalı mı diye sormuş muydum?
-yok!
-e sorayım o zaman;
olmalı ?